Her şeyin bir anlamı olduğuna, o anlam içinde varlığımızın bir sebebinin olduğuna inanmak isteriz.Çünkü manevi dünyamızı anlamlandırdığımızda, oradan güç alırız. Bu ihtiyacın daha sığ olduğu kimseler, tutunacak bir sebepleri olmadığı için ruhsal çöküntülere daha fazla meyillidir.
Ne 39 derece ateş, ne baş dönmeleri, ne öksürük, hiçbiri şu filtre kahvenin kokusunu alamamak kadar koymadı bana. Filtre kahve kırmızı çizgimdi, zalımsın korona.
John Berger’in kitabında bir yer vardı; “Mükemmelik daima sevimsizdir, asıl kusurları severiz biz. Ayrıldıktan sonra senin sağ bileğinin üzerindeki yara izlerini düşündüm.Yanık izleri, kusurlar.Sende farkettiğim en ayırıcı işaret onlardı. ‘Ayırıcı işaret’ tuhaf bir laf değil mi?
Derdimizi dinliyor diye bizi umursadığını düşündüğümüz insanların çoğu aslında sadece meraklı.
İnsanlara bilmeleri gerekenden fazlasını anlatmamak en iyisi.
‘Başkalarına dikkatini hediye etmek’ diye bir şey okudum.
Gün içinde dikkatimiz bin parçaya bölünüyor ve hiç kimsenin birbirine ayıracak fazla zamanı yok.Bu koşullarda, iki kişinin bir süreliğine birbirlerine tamamen ait olması,-özellikle çağımızda-verilebilecek en güzel hediye.
Büyükler ne güzel söylemiş;‘az veren candan, çok veren maldan’.
Az ver, kalpten ver. Verdiğinin peşine takılma, fedakarlık yapıp beklentiye girme. Seni mutlu edecek kadarını ver, ve verdiğin şeyi geride bırak. Yani ‘kendi verme ihtiyacın’ kadarını ver.
Mutluluk arayışındayken kaçırdıklarımızı bilseydik böyle peşinden koşar mıydık?
Yolculuğun tadını çıkartmadan hep bir arayışta olma hali daha çok mutsuzluk getiriyor. Ne zaman arayışı bırakıp anı yaşamaya, kabullenişe ve güzel görmeye başlıyorsak o zaman mutluluk bizi buluyor.